“yine bir belirsizliğin etrafından dönüp duruyorum. diyorum ki, keşke beraber bir parkta oturup kahve içebilsek ve hep başka seylerden konuşsak, konular bitmeksizin serilse önümüze. bir de hava bu kadar soğuk olmasa.”
“sayılardan bahsedelim, sonsuza kadar sürdüklerinden, bilmesek bile sonsuzda bile var olduklarını anlatalım o sayıların.”
“oysa hep politika konuşuyoruz. tanımlardan, açıklamalardan, anlayış biçimlerinden bahsedelim.”
şunu düşünsene; birbirleriyle çakışmayan binlerce açıya tek bir isim verdikten, bütün açıların çeşitliliğine bir isimle genellik atfettikten sonra, biri kendini nasıl anlatabilir? her konuşmanın altında bir uçurum var.
bir ağacın altında oturuyorum şimdi. sürekliliği olmayan bir zamanın tek hecesi gibi kalmışım burada. sessiz kalmaktansa şarkı mırıldanmak daha güzel geliyor. zamana yabancı kaldığımı düşünüyorum. kendi zamanıma yabancı kaldığımı fark ediyorum. bahsettiğim zamanı sen kapsıyorsun. senin, kendini bana yabancı bırakmandan bahsediyorum. çünkü sana bir yabancıyım artık.
zamanı ne diye tanımladığına göre değişir her şey, diyorsun bana.
zaman sensin diye cevaplıyorum.
işte ben öyle ya, zamanıma yabancı kalıyorum.
yakın ve uzak kelimeleri büyüyor, farklı iki uca savruluyorlar. ardından devrik ve devirsiz kalıyoruz. ne geçmiş toparlayabiliyor bizi artık, ne de gelecek tamamen yarım bırakabiliyor.
ikimiz de zamanlarımıza (-birbirimize) yabancı kalarak, susmaya, bağırmaya, gülmeye ve şarkı söylemeye devam ediyoruz.
ne mutlu bize ve hepsine ne fena.