ikimiz de gidince kim kalır? 

“yine bir belirsizliğin etrafından dönüp duruyorum. diyorum ki, keşke beraber bir parkta oturup kahve içebilsek ve hep başka seylerden konuşsak, konular bitmeksizin serilse önümüze. bir de hava bu kadar soğuk olmasa.”

“sayılardan  bahsedelim, sonsuza kadar sürdüklerinden, bilmesek bile sonsuzda bile var olduklarını anlatalım o sayıların.”

“oysa hep politika konuşuyoruz. tanımlardan, açıklamalardan, anlayış biçimlerinden bahsedelim.”

şunu düşünsene; birbirleriyle çakışmayan binlerce açıya tek bir isim verdikten, bütün açıların çeşitliliğine bir isimle genellik atfettikten sonra, biri kendini nasıl anlatabilir?  her konuşmanın altında bir uçurum var.

bir ağacın altında oturuyorum şimdi. sürekliliği olmayan bir zamanın tek hecesi gibi kalmışım burada. sessiz kalmaktansa şarkı mırıldanmak daha güzel geliyor. zamana yabancı kaldığımı düşünüyorum. kendi zamanıma yabancı kaldığımı fark ediyorum. bahsettiğim zamanı sen kapsıyorsun. senin, kendini bana yabancı bırakmandan bahsediyorum. çünkü sana bir yabancıyım artık.

zamanı ne diye tanımladığına göre değişir her şey, diyorsun bana.

zaman sensin diye cevaplıyorum. 

işte ben öyle ya, zamanıma yabancı kalıyorum.

yakın ve uzak kelimeleri büyüyor, farklı iki uca savruluyorlar. ardından devrik ve devirsiz kalıyoruz. ne geçmiş toparlayabiliyor bizi artık, ne de gelecek tamamen yarım bırakabiliyor.

ikimiz de zamanlarımıza (-birbirimize) yabancı kalarak, susmaya,  bağırmaya, gülmeye ve şarkı söylemeye devam ediyoruz.

ne mutlu bize ve hepsine ne fena.

 

paraleller

Processed with VSCO with m5 presetsebep bulma isteğimizden kaynaklanıyor bu tedirginlik. olayların sebeplerini arıyorum ki, olay üzerinde hakimiyetimi sağlayabileyim. hakimiyet kurmak istiyorum olayların üzerinde, bileyim olacak şeyleri, koruyayım kendimi.

ne gerek aslında. hayat an’dan ibaret.

dün gece bir film izledik, bir kuyruklu yıldızın dünyaya yakın geçmesinden, paralel evrenlere geçişten söz ediyordu. sahi paralel evrenler. milyar farklı yaşam duruşları. düşündüm ki ben hangi ihtimalin hangi yüzdesinde varoluyorum şuan. her şey zaman ile alakalı. hangi zamanda bulunduğunla ilintili. düşünsene karşındaki insanla bile zamanınız farklı işlerken, bu dünyada nedenin, niçinin, nasılın cevaplarını arıyoruz. sonsuz boyutlu bilinci hesaba katmadan nedenleri sorguluyoruz. aradıkça yer edinmeye çalışıyoruz her olayda, her seste, her yerde. ve en önemlisi kişilerde bile yer bulmaya çalışıyoruz.

bu yüzden önemliydi işte an. ne varsa şuan çünkü, eğer karşılaştıysak, bu milyar ihtimallerin sadece birinde, aynı zamanda, aynı mekanda, bunu bilmeli. bunu fark etmeli. bu milyar ihtimallerin yalnızca birinde ben şuan oturup bu yazıyı yazıyorum. ve sadece bu an’da varoluyorum. belki de sihir budur.

bu yüzden işte, kimse kimsenin zamanına sığmıyor. kimse kimsenin zamanında beklemiyor. herkes zamanda bir kesit alıyor. gelip geçiyor. tıpkı senin gibi.

ama şuan var ya şuan.

işte bu an’da zamanımdasın işte bu an’da bu hayatı deneyimleme şansına eriştin.

yerini, zamanını, kendini bil.

 

sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı?

otursana yanıma. başlanacak bitirilecek çok şey var. başından başlayalım. göçebenin duruşundan. zamansızlıktan. gitmekten, gelmekten, varmaktan, bulmaktan, bulunmaktan.

bir mırıltı duyuyorsun tam şuan. hatırladın mı onu? gitmenin, varmakla bir alakası olmadığını tam bu melodiyi dinlerken anlamıştın. göç yollarını. gitmenin şarkısını. varacağın noktayı bilmeden yola çıkışların korkutucu yanı ne biliyor musun? kaybolmak.

new york’dasın. bir kış günü. hava karanlık saat 17:14. yoldasın. sen hep yoldasın. bunu anlayalı çok olmuştu. daha 6 yaşındayken babam bir bavul almıştı ve demişti ki; her hafta sonu seni böyle taşıyalım bizim eve. göç etmeye 6 yaşında başlamıştım ben. benimle alay bile ederdi babam; “iki evin arası 10 dakika. neden bu kadar eşya?” ama bilirsiniz farklı evler; annemle babam farklı hayatlar yaşarlardı. bu yüzden benim de iki hayatım vardı.  herkes bir yolda demişti babam, sen bir yerdeyken belki de herkes başka bir yerde olucak.

evet öyle olacak. bugün ben fransadayım; annem türkiyede; babam güney sudanda; dayım amerikada. bu nasıl bir şey bilmiyorum. kök neredeyse ev oradadır demişler. sahi kök nerede?  kendi yolunu bulmak böyle bir şey mi?

biliyor musun bu dünyanın insanlara çok benzeyen özellikleri var. zayıf noktaları var mesela. zayıf koordinatları var. dokununca acıyan yerleri var bu dünyanın. izlandada hala aktif yanardağlar var. büyük patlamadan sonra bu dünyanın her geçen gün soğuduğunu düşünüyoruz ama aksine, soğumuyor dünya, canı acıdıkça yanardağlarına sığınıyor.

bu dünya da yaşıyor; bu dünya da yolcu aslında. göçebe dünya. tıpkı insanlar gibi.

bu yazı nasıl diner? bu yazıyı nasıl dindirirsin? nasıl sakinleşir içindeki göçebe?

zamanında, zamanıma sığmayan biri demişti ki; yol eşittir hız çarpı zaman. zaman senin, hız benim, yol da bizim. inan ki artık zaman benim değil. zaman isteyenin olsun. şimdi, gördüğüm kadarıyla o da hızı bulamamış. insanlar tesadüfen yollardalar. insanlar göçebeler. kimse göçebeliğinin farkında değil.

kökünü arayanlar, evi unutanlar, eve uzak kalanlar. ev-den çıkanlar. bir daha düşünün.

sizde zamanın size sahip olduğunun farkına varın.

 

 

 

 

untitled

biri dedi ki, hayat bölümlerden oluşuyor. hangi bölümün ne kadar süreceğine de, sen karar veriyorsun. ve dedi ki, bir insan hayatında dizi olabiliyor, bazıları ise birkaç bölüm sürebiliyor.

ben nicedir hayatın kesitlerinden bahsetmek istiyorum. zamanın nerede durduğundan, durduktan sonra tamir edilebilmesinden konu açmak istiyorum. kesit de bir durma noktasıdır çünkü. kopma noktasıdır. nicedir yazmıyorum zamanı. nicedir uğraşmıyorum parçalarla, bölünmüşlüklerle. nicedir kırgınlıkları kendi içimde saklıyorum.

nicedir o kitabı okumuyorum, nicedir eskilerle buluşmuyorum, ama eskileri taşıyorum. çok zamandır farklı insanları görüp, farklı parklara gidiyorum. farklı kitaplara bakıyorum , sözcükleri farklı havalarda hissediyorum.

deniz dedi ki, “zamanın göreceli olarak çabuk ya da hızlı geçiyor olması bilinç düzeyi ile ilgili, yani çok sevdiğin biriyleyken bilincin çok açık olduğu için zaman uçuyor.”

nicedir zamanı dindiriyorum. zamana ağırlık yüklüyorum. ağırlaştırıyorum zamanı. ağırlık da beklemekle alakalı. demlenmekle.

öyle bir ağırlık ki, her cümlenin sonuna nokta koymak ama diğer iki noktayı hep cebinde saklamak. ağırlık güzel bakmak, ağırlık kelimeleri uzunca tutmak. çok bakışla bulunan her neyse hep daha kıymetli bir şeydir. ilk bakış hafiftir çünkü. ilk bakış da yanıltıcı olabilir bazen. hem ilk bakışı takip eden bakışla beraber, an’ı biriktirmeye başlarız. ikinci bakıştan itibaren peşin fikir yeni hisler doğurur. ancak öyle, fikirlerin artan nüfusunda kırılmayacak dallar buluruz.

bir ağır abi çıkar gelir, ağır abi sessiz olur, eğlenceli olur. ağır abi yer edinir zamanda, ama isteyerek değil, ağır abi bir kimlik dersi, kocaman bir picasso tablosudur bana. güler bana, bugün beş yüzüncü sorunu soruyorsun der. ama hep sor diye de ekler. bana hızı anlatır, bana yol bulur.

ben kelimeyi dindiren adamı severim. yarada yer bulan insanı severim. yara da ilk bakışta görünen bir şey değildir. yara, senin şarkılarında gizlidir.

bin kere gülümsemek, belki bir kere zamana emanet etmek.

bende bu adamı zamanı durdurabileceğine inandığım için sevdim.

uzun zaman

martılar mart ayını buldular. bütün kuşlar uçtu. serin bir rüzgar esti yine.
sahi ananecim bugün 7 mart.
güneş düştü. gece göründü. bütün beyazlar burkuldu. bütün kuşlar uçtu.
sahi benim ananemin yüreğinde yedi mart oldu.

“konuşulacak çok şey var onunla” dedi ilk başta. “gittiğini biliyorum, ama artık sadece çok uzakta olduğunu tahmin edebiliyorum.”
çok uzak demek, sahi ne demek? ne kadar uzağı hayal edebilir insan?

çok uzak.

şimdi zamanı, senin bulunduğun yerin uzaklığı kadar uzatmaya çalışıyoruz.

ve görüyoruz ki,
hiçbir kelimenin zaman karşısında gücü yok.

namütenahi sevgimizle seni anıyoruz.

var olduğun zaman için.

 

virgül

hangi sözle, hangi gözle yitirdiğimizi bilmiyorum.
ama bir zamanda karışıyoruz, evrilip çevriliyoruz ve birbirimizi tanımıyoruz artık. ne manastırın kaldı tanıdığım, ne evin. yüz ifadelerin, hayallerin..
bak bugün yeni gezegenler keşfedildi sevgiliadam, yeni dünyalar mümkün.yeni gezegenlerde kim bilir kaç gül var, ama hiç biri o gül değil.
yüz dokuz gün geçti sevgiliadam,ama yüzlerimiz eskimedi hala.

kızmak da kırılacak kadar güçlü olmadığımız an’ların refleksi.

aslında kızmak, öyle uyduruk kızmak değil. çikolatamı bitirdin, oyuncağımı kırdın gibi. yalan söyledin, sözlerimi çarpıttın, hop inimi dağıttın…öyle kızdım mı yumruksuz, sadece kelimelerimle vazgeçerek bir kalemde. pas diyerek, pes diyerek, yetti, şimdi tutamıyorum bu ritmi, bu ritim de beni tutmuyor, oyunun dışına çıktım demek gibi. yumrukla kavga edilmez çünkü yeterince yetiştiysen, yetişkinsen artık, kelimeleri öğrendiysen.

kırılmak da, daha güçlü, ritimde olmadığının farkında olmak. kırılmak gözlerinde çok su isteyen bitkiler yetiştirmek gibi.

hangi sözle, hangi gözle yitirdiğimizi bilmiyorum.
saatin ilk nerede durduğunu anımsarsan zamanı tamir edebilirsin demişler. bir şeyin nasıl başladığını hatırlayabilirsen onu anlayabilirsin de. yazmak da hatırlamaktır, hatırlatmaktır.

teşhis kaleme taşar çünkü. kalem içeri akan yarayı dışarı açar.
iyileşme böyle başlar. bir virgülle.

an, anıya dönüşecek

çünkü büyümüyor zaman, sadece bizi daha çok içeriyor. bizi kaydediyor zaman. bizi unutmadığını gösteriyor. unutan sadece biziz. zaman senin  bilincin, senin uzağın senin yakının. zaman ömrün, zaman suyun senin bu dünyada.

bu dünyadaki en büyük ders zaman, beklemek suyun durulmasını. beklemek kışın gelmesini. görmek zamansız sevmeleri.

seninle çıkalım sokaklara, bırakalım dünyadaki tüm kuklaları, ve diyeyim ki, bu zaman şimdinin değerini anlatıyor bize. tut bu an’ı. sakın bırakma, çünkü bu an birazdan anı olacak. ben sana ad takmak istiyorum, bana inanilmaz şarkılar gönderdiğinde.  bana jazz, bana şiir dediğinde, dünyadan çıkıyorum. uçuyorum uzayda. sen bana bir ses, bana bir ritim.

sen bana zaman sadece. bana sabır. bana ideal.

bana resim, bana çizgi, bana söylenmiş bir şarkı.

zamanı gelecek, o zaman gelecek ki, en doğru zaman olacak, en berrak zamanı bulunacak gökyüzünün.

ben “dance me to the end of love”, diyeceğim kulağına.

leonard cohen gelecek arkamızdan, bize bizi gösterecek.

 

kaptan

Processed with VSCO with m5 preset

kırık bir kalple yazıya nasıl başlanır? bu su nasıl durulur? balıklar ne zaman öğrenir denizi?

su taşır mı bütün sözlerin ağırlığını?

kaptan bugün de çok içtin, anlat bu insanların huzursuzluğunu. birbirlerine güvensizliklerini anlat.

anlat bugün. anlat ki bu suyu dindirebileyim. söyleyebileyim ki, daha zaman var, zamanda bir vakit gelecek, insanlar sözlerini kullanmayı bilecekler. gece mumları söndürürken farklı bir şey dileyeceğim bende.

zaman gelecek ki, bu insanlar bilecekler; değerin para olmadığını, gerekirse bir yudum su olabileceğini, bir insanı çok sevmenin, avuçta sıkmak olmadığını, bir gün bilecekler.

bir gün sabredip susmanın erdemini kazanacaklar. içkinin derman olmadığını, dünyanın sevdiklerimizle güzel olduğuna inanacaklar.

ve anlayacaklar ki, kaybetmeden sevmek lazım bu dünyada.

kayboluyor her şey. bir anda değişebiliyor zaman. dönüşebiliyor sevgiler. öyle dinamik ki zaman, değişim kaçınılmaz.

kaybolana kadar işte her şey.

bir nefes, bir yaz, bir akşamüstü kadar en fazla.

 

öyle bir zaman ki

öyle bir zaman ki, korkumun martılara geçmesinden korktum.deniz kenarında olmanın huzur veremeyeceğine inandım. dilinde zehirli bir şey var insanın, her şeyi yok edebilen, koyu, acı gibi.

her nehrin suyunu taşıyoruz yaşadıkça ama inan bana, bir zaman gelecek ve bu su bile temizleyemeyecek insanoğlunu.

el değmemiş nehirlere gitmek istiyorum. kibir değmemiş sularda nefes almak istiyorum. zaman, mekan hepimize fazla geliyor, kıymet bilmemek bu yaptığımız. okumamaktan, bilmemekten bu provakasyonlar. sevgisizlikten, düşünmemekten.

yoksa aynı nehrin insanları boğar mı birbirlerini?

öyle bir zaman oluyor ki, insan hangi nehre gideceğini bilemiyor.

ve bu sularda, bu insan sadece sait faik okumak istiyor.